Selin
New member
- Katılım
- 9 Mar 2024
- Mesajlar
- 510
- Puanları
- 0
YÖKAK akreditasyon ne işe yarar? Rozet mi, gerçek kalite mi?
Şunu baştan söyleyeyim: YÖKAK akreditasyonunu “duvara asılan bir plaket” zanneden kurumlar, aslında en yüksek sesle “biz süreçlere değil kâğıda çalışıyoruz” diye bağırıyor. Evet, akreditasyonun güçlü yanları var; ama dokunulmaz bir kalite kutsalı değil. Tam tersine, yanlış uygulandığında öğretim elemanını evrak memuruna, öğrenciyi ise anket doldurma makinesine çeviren bir baskı aracına dönüşebiliyor. Hadi gelin, tartışmayı hararetlendirelim: YÖKAK akreditasyon gerçekten öğrenmeyi mi büyütüyor, yoksa Excel dosyalarını mı?
Akreditasyonun vaadi: Şeffaflık, tutarlılık, hesap verebilirlik
İdeal dünyada YÖKAK akreditasyon; kurumların stratejisini, programların öğrenme çıktılarıyla hizalayan; iç-dış paydaş görüşlerini toplayan; kanıta dayalı gelişimi tetikleyen bir çerçeve sunar. Sistem şunu demek ister: “Hedef belirle, ölç, iyileştir, tekrar ölç.” Öğrenci geri bildirimlerinden mevzuata, paydaş görüşmelerinden mezun izleme sistemlerine kadar bir dizi araç devreye girer. Sonuç? Kurumsal hafıza oluşur, kararlar kişiye bağımlı olmaktan çıkar, kamuya açık raporlar sayesinde toplum neyin nasıl yapıldığını görebilir. Teoride her şey güzel.
Gerçek hayattaki sorun: Evrak kalitesi ≠ eğitim kalitesi
Sahaya inince tablo karışıyor. En büyük risk “checklist fetişizmi.” Kurumlar, öğrenme çıktılarının gerçekten ölçülmesini tartışmak yerine “rubrik var mı?”, “komisyon toplandı mı?”, “anket yapılmış mı?” sorularına sıkışıyor. Kağıt üzerinde dört dörtlük olan süreçler sınıfa yansımayınca, akreditasyon, vitrini parlak ama deposu boş bir mağazaya dönüyor.
İkinci sıkıntı “metriklerin oyunu.” Mezun istihdamı, yayın sayısı, akreditasyon puanı… Kimi kurumlar, göstergeleri iyileştirmenin en hızlı yolunu bularak (ör. seçme-yerleştirme stratejisini metriklere uygun optimize etmek) esas meseleyi, yani öğrenmeyi, kültürü ve etik değerleri ıskalıyor.
Üçüncüsü “eşitsizlik.” Büyük şehirlerde, güçlü bütçelerle, kurumsal araştırma birimleriyle çalışan üniversiteler doğal olarak daha avantajlı. Taşradaki küçük kurum aynı standarda koşarken maratonu sırtında sırt çantasıyla koşuyor. Bu, kaliteyi ülke sathına yaymak yerine, farkı derinleştirebilir.
Son olarak “değerlendirici etkisi.” Ekiplerin yaklaşımı, yorumu, kurumun kendini anlatma becerisi; hepsi sonucu etkiliyor. Ölçütler aynı ama uygulama heterojen olabiliyor.
Stratejik (problem çözücü) bakış: Risk yönetimi, marka ve sürdürülebilirlik
Forumda sıkça gördüğüm “stratejik akıl” (çoğu zaman erkeklere atfedilen tarz) şöyle sorar: “Akreditasyon bize nasıl rekabet avantajı sağlar?”
— Risk Yönetimi: Kurumsal riskleri (öğrenci memnuniyetsizliği, mevzuat ihlalleri, mali sürdürülemezlik) sistematik izleme fırsatı.
— Marka ve Güven: İşverenlerin, yurtdışı ortakların, aday öğrencilerin gözünde “asgari kalite güvencesi” sinyali.
— Veriyle Yönetim: Ölçülmeyen yönetilemez. Akreditasyon, veriyi disipline eder, performans bazlı bütçelemeyi mümkün kılar.
— Uluslararasılaştırma: Karşılıklı tanınma süreçlerinde “akredite program” etiketi iş görür.
Ama stratejik yaklaşımın kör noktası da var: İşi “puan kovalamaya” indirgediğinde, kapsayıcılık, akademik özgürlük ve öğrenme deneyiminin niteliği arka plana itilme riski doğuyor.
Empatik (insan odaklı) bakış: Refah, adalet ve gerçek öğrenme
Toplumsal etkileri önceleyen, empatiyi merkeze alan yaklaşım (çoğu zaman kadınlara atfedilen tarz) şu uyarıyı yapar: “Sistem güzel ama insana ne oluyor?”
— Akademik Yük: Öğretim elemanları kâğıt işine gömülürse; ders tasarımına, öğrenciye dokunmaya enerji kalmıyor.
— Öğrenci Deneyimi: Anket yorgunluğu, temsilde adalet, geri bildirimin gerçekten kapatılması… Bunlar olmadan kalite kültürü doğmaz.
— Erişim ve Eşitlik: Kaynak farkları ve altyapı eşitsizlikleri giderilmeden “aynı çıta” demek, dezavantajlı kurumları cezalandırmak olabilir.
— Değerler ve Etik: Kalite, sadece verimlilik değil; akademik özgürlük, çoğulculuk, güvenli öğrenme ortamı gibi elle tutulmaz ama yaşamsal unsurlar.
Bu iki bakışı dengelemek gerek: Stratejik akıl, insan odaklı hassasiyetle birleştiğinde kalite, tabela olmaktan çıkar kültüre dönüşür.
Provokatif sorular: Tartışmayı alevlendirelim
— Akreditasyon sonuçları, programların kontenjanlarına ve kamu fonlarına doğrudan bağlanmalı mı? Yoksa bu, metrik manipülasyonunu azdırır mı?
— Öğrenciler ve mezunlar, değerlendirme ekiplerinde oy hakkına sahip üye olmalı mı, yoksa “gözlemci” kalmaları mı sağlıklı?
— Kurum raporlarının ham verileri (anket mikro verisi, rubrik sonuçları) anonimleştirilerek halka açılmalı mı? Kimin işine yarar, kimi korkutur?
— Başarısız programlar kapatılmalı mı, yoksa koşullu iyileştirme planıyla mı desteklenmeli? Kaç dönem tolerans tanınmalı?
— YÖKAK, sadece üniversiteleri değil, staj yapılan işyerlerini de “öğrenme ortamı” olarak sertifikalamalı mı?
— Değerlendirici ekipler anonim mi kalmalı, yoksa şeffaflık adına kimlikleri, çıkar çatışması beyanları kamuya açık mı olmalı?
İyileştirme reçetesi: “Kutucuk” değil, kanıt ve kültür
— Açık Veri ve Panolar: Kurumların kalite göstergeleri (mezun takibi, ders başarısı, öğrenci refah anketleri) yıllık açık veri panolarında yayınlansın. Şeffaflık, makyajı değil gerçek iyileştirmeyi teşvik eder.
— Öğrenme Kanıtı Odaklılık: Evrak yerine “öğrenci işi” (portfolyo, proje, tez, klinik vaka) üzerinden kör değerlendirme. Dış değerlendirici, örneklem üzerinden rubrik uygulasın.
— Rasgele Denetim + Derinlemesine Ziyaret: Her şey planlı sunumla parlatılınca gerçek görülmüyor. Habersiz örneklem ziyaretleriyle günlük pratik yakalansın.
— Eşitlik Duyarlı Standartlar: Kaynak adaletsizliğini giderecek “gelişim fonları”, mentorluk ağları ve bölge temelli kapasite programları akreditasyon çevrimine entegre edilsin.
— Anlamlı Öğrenci Katılımı: Öğrenci temsilcileri, gözlemci değil, karar verici olsun; geri bildirim döngüsünün kapandığı kanıtlanmadan süreç tamamlanmış sayılmasın.
— İş Yükü Dengesi: Kalite süreçleri için ayrılan zaman/puan sistemi net olsun; evrak için harcanan her saat, ders hazırlığına ayrılan saatten çalınmasın.
— Çatışma-Çıkar Şeffaflığı: Değerlendiriciler, kurumla geçmiş bağlarını beyan etsin; eşleştirme algoritması bunu otomatik dışlasın.
Kırmızı bayraklar: “Kalite” dedi, ama…
— Raporlar güzel ama sınıfta portfolyo yok, öğrenme çıktıları kağıtta yaşıyor.
— Anket geri bildirimi yayınlanmıyor; “gerekli görüldü, yapılacak” cümleleriyle geçiştiriliyor.
— Kalite komisyonu üç kişilik dar ekip; öğrenci, mezun, işveren sesi formalite.
— Denetim haftası için “makyaj”: Boya-badana, alelacele güncellenen yönergeler, son dakika eğitimleri…
— Mezun izleme “LinkedIn’den saydık” seviyesinde.
Yeşil bayraklar: Kültür gerçekten var
— Öğrenme çıktıları derste somut: rubrikler, örnek iş dosyaları, nitel geri bildirim.
— Öğrencinin sesi güçlü: Kurul toplantı tutanaklarında öğrenci önerisinin izini sürüp sonuç görebiliyorsunuz.
— Akademik özgürlük ve etik çerçevesi canlı: İhlal olguları raporlanıyor, veriler karartılmıyor.
— Veriye dayalı bütçe: “Neyi ölçtüysek oraya yatırım yaptık” anlatısı şeffaf belgelerle destekli.
Son söz yerine: Rozetin ağırlığı rozetten gelmez
Akreditasyon bir araçtır; kutsal metin değil. “Kutucuk doldurmak” için değil, gerçek öğrenmeyi ve akademik yaşam kalitesini büyütmek için vardır. Stratejik zihin bunu sürdürülebilirlik ve rekabet avantajına, empatik zihin ise adil ve insani bir öğrenme ekosistemine tercüme eder. İkisini birleştiremeyen kurum, plaket alır ama kültür inşa edemez. Şimdi soruyorum forumdaşlar: Sizin kurumda akreditasyon, sınıf kapısından içeri giriyor mu; yoksa rektörlük katının duvarında asılı bir çerçeve olarak mı kalıyor? Öğrenci sesinin gerçekten kararları değiştirdiğine tanık oldunuz mu? Peki ya sizce fonlar, akreditasyon performansına bağlanmalı mı, yoksa bu işin ruhunu zedeler mi? Ateşi yakın; örnekler, deneyimler, itirazlar… Hepsini masaya getirelim.
Şunu baştan söyleyeyim: YÖKAK akreditasyonunu “duvara asılan bir plaket” zanneden kurumlar, aslında en yüksek sesle “biz süreçlere değil kâğıda çalışıyoruz” diye bağırıyor. Evet, akreditasyonun güçlü yanları var; ama dokunulmaz bir kalite kutsalı değil. Tam tersine, yanlış uygulandığında öğretim elemanını evrak memuruna, öğrenciyi ise anket doldurma makinesine çeviren bir baskı aracına dönüşebiliyor. Hadi gelin, tartışmayı hararetlendirelim: YÖKAK akreditasyon gerçekten öğrenmeyi mi büyütüyor, yoksa Excel dosyalarını mı?
Akreditasyonun vaadi: Şeffaflık, tutarlılık, hesap verebilirlik
İdeal dünyada YÖKAK akreditasyon; kurumların stratejisini, programların öğrenme çıktılarıyla hizalayan; iç-dış paydaş görüşlerini toplayan; kanıta dayalı gelişimi tetikleyen bir çerçeve sunar. Sistem şunu demek ister: “Hedef belirle, ölç, iyileştir, tekrar ölç.” Öğrenci geri bildirimlerinden mevzuata, paydaş görüşmelerinden mezun izleme sistemlerine kadar bir dizi araç devreye girer. Sonuç? Kurumsal hafıza oluşur, kararlar kişiye bağımlı olmaktan çıkar, kamuya açık raporlar sayesinde toplum neyin nasıl yapıldığını görebilir. Teoride her şey güzel.
Gerçek hayattaki sorun: Evrak kalitesi ≠ eğitim kalitesi
Sahaya inince tablo karışıyor. En büyük risk “checklist fetişizmi.” Kurumlar, öğrenme çıktılarının gerçekten ölçülmesini tartışmak yerine “rubrik var mı?”, “komisyon toplandı mı?”, “anket yapılmış mı?” sorularına sıkışıyor. Kağıt üzerinde dört dörtlük olan süreçler sınıfa yansımayınca, akreditasyon, vitrini parlak ama deposu boş bir mağazaya dönüyor.
İkinci sıkıntı “metriklerin oyunu.” Mezun istihdamı, yayın sayısı, akreditasyon puanı… Kimi kurumlar, göstergeleri iyileştirmenin en hızlı yolunu bularak (ör. seçme-yerleştirme stratejisini metriklere uygun optimize etmek) esas meseleyi, yani öğrenmeyi, kültürü ve etik değerleri ıskalıyor.
Üçüncüsü “eşitsizlik.” Büyük şehirlerde, güçlü bütçelerle, kurumsal araştırma birimleriyle çalışan üniversiteler doğal olarak daha avantajlı. Taşradaki küçük kurum aynı standarda koşarken maratonu sırtında sırt çantasıyla koşuyor. Bu, kaliteyi ülke sathına yaymak yerine, farkı derinleştirebilir.
Son olarak “değerlendirici etkisi.” Ekiplerin yaklaşımı, yorumu, kurumun kendini anlatma becerisi; hepsi sonucu etkiliyor. Ölçütler aynı ama uygulama heterojen olabiliyor.
Stratejik (problem çözücü) bakış: Risk yönetimi, marka ve sürdürülebilirlik
Forumda sıkça gördüğüm “stratejik akıl” (çoğu zaman erkeklere atfedilen tarz) şöyle sorar: “Akreditasyon bize nasıl rekabet avantajı sağlar?”
— Risk Yönetimi: Kurumsal riskleri (öğrenci memnuniyetsizliği, mevzuat ihlalleri, mali sürdürülemezlik) sistematik izleme fırsatı.
— Marka ve Güven: İşverenlerin, yurtdışı ortakların, aday öğrencilerin gözünde “asgari kalite güvencesi” sinyali.
— Veriyle Yönetim: Ölçülmeyen yönetilemez. Akreditasyon, veriyi disipline eder, performans bazlı bütçelemeyi mümkün kılar.
— Uluslararasılaştırma: Karşılıklı tanınma süreçlerinde “akredite program” etiketi iş görür.
Ama stratejik yaklaşımın kör noktası da var: İşi “puan kovalamaya” indirgediğinde, kapsayıcılık, akademik özgürlük ve öğrenme deneyiminin niteliği arka plana itilme riski doğuyor.
Empatik (insan odaklı) bakış: Refah, adalet ve gerçek öğrenme
Toplumsal etkileri önceleyen, empatiyi merkeze alan yaklaşım (çoğu zaman kadınlara atfedilen tarz) şu uyarıyı yapar: “Sistem güzel ama insana ne oluyor?”
— Akademik Yük: Öğretim elemanları kâğıt işine gömülürse; ders tasarımına, öğrenciye dokunmaya enerji kalmıyor.
— Öğrenci Deneyimi: Anket yorgunluğu, temsilde adalet, geri bildirimin gerçekten kapatılması… Bunlar olmadan kalite kültürü doğmaz.
— Erişim ve Eşitlik: Kaynak farkları ve altyapı eşitsizlikleri giderilmeden “aynı çıta” demek, dezavantajlı kurumları cezalandırmak olabilir.
— Değerler ve Etik: Kalite, sadece verimlilik değil; akademik özgürlük, çoğulculuk, güvenli öğrenme ortamı gibi elle tutulmaz ama yaşamsal unsurlar.
Bu iki bakışı dengelemek gerek: Stratejik akıl, insan odaklı hassasiyetle birleştiğinde kalite, tabela olmaktan çıkar kültüre dönüşür.
Provokatif sorular: Tartışmayı alevlendirelim
— Akreditasyon sonuçları, programların kontenjanlarına ve kamu fonlarına doğrudan bağlanmalı mı? Yoksa bu, metrik manipülasyonunu azdırır mı?
— Öğrenciler ve mezunlar, değerlendirme ekiplerinde oy hakkına sahip üye olmalı mı, yoksa “gözlemci” kalmaları mı sağlıklı?
— Kurum raporlarının ham verileri (anket mikro verisi, rubrik sonuçları) anonimleştirilerek halka açılmalı mı? Kimin işine yarar, kimi korkutur?
— Başarısız programlar kapatılmalı mı, yoksa koşullu iyileştirme planıyla mı desteklenmeli? Kaç dönem tolerans tanınmalı?
— YÖKAK, sadece üniversiteleri değil, staj yapılan işyerlerini de “öğrenme ortamı” olarak sertifikalamalı mı?
— Değerlendirici ekipler anonim mi kalmalı, yoksa şeffaflık adına kimlikleri, çıkar çatışması beyanları kamuya açık mı olmalı?
İyileştirme reçetesi: “Kutucuk” değil, kanıt ve kültür
— Açık Veri ve Panolar: Kurumların kalite göstergeleri (mezun takibi, ders başarısı, öğrenci refah anketleri) yıllık açık veri panolarında yayınlansın. Şeffaflık, makyajı değil gerçek iyileştirmeyi teşvik eder.
— Öğrenme Kanıtı Odaklılık: Evrak yerine “öğrenci işi” (portfolyo, proje, tez, klinik vaka) üzerinden kör değerlendirme. Dış değerlendirici, örneklem üzerinden rubrik uygulasın.
— Rasgele Denetim + Derinlemesine Ziyaret: Her şey planlı sunumla parlatılınca gerçek görülmüyor. Habersiz örneklem ziyaretleriyle günlük pratik yakalansın.
— Eşitlik Duyarlı Standartlar: Kaynak adaletsizliğini giderecek “gelişim fonları”, mentorluk ağları ve bölge temelli kapasite programları akreditasyon çevrimine entegre edilsin.
— Anlamlı Öğrenci Katılımı: Öğrenci temsilcileri, gözlemci değil, karar verici olsun; geri bildirim döngüsünün kapandığı kanıtlanmadan süreç tamamlanmış sayılmasın.
— İş Yükü Dengesi: Kalite süreçleri için ayrılan zaman/puan sistemi net olsun; evrak için harcanan her saat, ders hazırlığına ayrılan saatten çalınmasın.
— Çatışma-Çıkar Şeffaflığı: Değerlendiriciler, kurumla geçmiş bağlarını beyan etsin; eşleştirme algoritması bunu otomatik dışlasın.
Kırmızı bayraklar: “Kalite” dedi, ama…
— Raporlar güzel ama sınıfta portfolyo yok, öğrenme çıktıları kağıtta yaşıyor.
— Anket geri bildirimi yayınlanmıyor; “gerekli görüldü, yapılacak” cümleleriyle geçiştiriliyor.
— Kalite komisyonu üç kişilik dar ekip; öğrenci, mezun, işveren sesi formalite.
— Denetim haftası için “makyaj”: Boya-badana, alelacele güncellenen yönergeler, son dakika eğitimleri…
— Mezun izleme “LinkedIn’den saydık” seviyesinde.
Yeşil bayraklar: Kültür gerçekten var
— Öğrenme çıktıları derste somut: rubrikler, örnek iş dosyaları, nitel geri bildirim.
— Öğrencinin sesi güçlü: Kurul toplantı tutanaklarında öğrenci önerisinin izini sürüp sonuç görebiliyorsunuz.
— Akademik özgürlük ve etik çerçevesi canlı: İhlal olguları raporlanıyor, veriler karartılmıyor.
— Veriye dayalı bütçe: “Neyi ölçtüysek oraya yatırım yaptık” anlatısı şeffaf belgelerle destekli.
Son söz yerine: Rozetin ağırlığı rozetten gelmez
Akreditasyon bir araçtır; kutsal metin değil. “Kutucuk doldurmak” için değil, gerçek öğrenmeyi ve akademik yaşam kalitesini büyütmek için vardır. Stratejik zihin bunu sürdürülebilirlik ve rekabet avantajına, empatik zihin ise adil ve insani bir öğrenme ekosistemine tercüme eder. İkisini birleştiremeyen kurum, plaket alır ama kültür inşa edemez. Şimdi soruyorum forumdaşlar: Sizin kurumda akreditasyon, sınıf kapısından içeri giriyor mu; yoksa rektörlük katının duvarında asılı bir çerçeve olarak mı kalıyor? Öğrenci sesinin gerçekten kararları değiştirdiğine tanık oldunuz mu? Peki ya sizce fonlar, akreditasyon performansına bağlanmalı mı, yoksa bu işin ruhunu zedeler mi? Ateşi yakın; örnekler, deneyimler, itirazlar… Hepsini masaya getirelim.